Keçilik Koyu Turu 7 Eylül 2013

Loading Map....

Tarih/Saat
07/09/2013
08:30 - 17:30

Mekan
Keçilik Koyu


MOBİL DERKEN KEÇİLİK’TE BULDUK KENDİMİZİ

Saat 5.45

Cumartesi sabahın köründe alarm çalıyor. Ne olduğunu anlamaya çalışırken bugün BODEKA’da kayak turu olduğunu hatırlıyorum. İnşaallah bir iptal mesajı gelmiştir diye telefonuma bakıyorum ama nafile…İptal yok…Mehmet, Deniz, Erol ve ben bugün boğazdaki tura katılanlardanız. Hazırlanmaya başlıyorum, aslında birgün öncesinde çantamı ve malzemeleri hazır etmem gerekiyordu ama hiçbir şey hazırlamadım. Havlu, şapka, eldiven, deniz ayakkabısı, mayo ve uzun kollu tişort en önemli malzemelerim. Hepsi tamam ve çantaya yerleştiyorum.

Bir de yiyecek birşeyler götürmem gerekiyor ama buzdolabı tam takır. Paşabahçe’deki kahvaltıcıyı hayal ediyorum. Ama Mehmet, her zamanki gibi sabahın körü turları konusunda ısrarlı, bu nedenle kahvaltıcıyı o saatte açık yakalamak imkansız. Mecbur sandviç mandiviç birşeyler hazırlayacağız ama hiç içimden gelmiyor. O anda Erol’dan bir mesaj geliyor telefonuma; “ben gelemiyorum ama dönüşünüzde sizi karşılarım”. Heyecanla Mehmet’i arıyorum belki iptal ederiz diye…Telefonu uzun çaldırmalardan sonra açıyor ve uykulu bir ses, birşeyler diyor ama anlamıyorum. Deniz’den bahsediyor, akşam işi uzamış bir projeyi bitirememişler falan filan…”Dur bir Deniz’i arayayım ve sana döneyim” diyor ve telefonu kapatıyor. Tamam bu iş iptal diyorum ve yatağıma geri dönerken telefonum acı acı çalıyor. Deniz geliyormuş ama yalnızca mobile kadar kısa tur yapalım dönelim diyorlar. Çok yorgun ve uykusuzlarmış. İptal edelim diyorum ama kabul etmiyor, sanki bana ayıp olurmuş gibi, yok kardeşim olmaz demek istiyorum ama diyemiyorum. Çare yok gidiyoruz yalnızca buluşma saatini 6.30 değil de 8.30 yapıyoruz. Uykum kaçıyor, canım sıkılıyor, sonrasında Paşabahçe’deki kahvaltıcı aklıma geliyor ve yüzümde günün ilk gülümsemesi bu şekilde beliriyor.

Saat 8.00 ve Paşabahçe’de kahvaltıcıdayım. Tahir Usta’nın Yeri…Seviyorum adamı. Sahanda sucuklu yumurtayı sanki bir aşkla yapıyor. Gezi öncesi çok ağır yememem lazım ama dayanamayıp yiyorum bir güzel maalesef. Yandaki balıkçıların kahvehanesinden çayları söylüyorum, keyfim gıcırJ

Saat 8.30 gibi Mehmet ve Deniz geliyorlar. Mehmet iyi durumda ama Deniz belli, daha kendinde değil. Kayıkhaneyi açıyoruz ve kayakları indiriyoruz. Deniz’in yeni yemyeşil kayağı bayağı havalı duruyor. Kendine yeni kürek de almış. Küreğin kalitesi, uzunluğu ve hafifiliği hakkında bir sürü şey söylüyor. Kıskanıyorum…Ben eski bir kayak ve kürek seçiyorum kendime. Ama derneğin yepyeni can yelekleri asılı duruyor karşımda. Bir tanesini seçip, etiketini çıkartıp üzerime geçiriyorum. Böylece derneğin yeni yeleklerini denemiş olacağız. Darısı diğer üyelerin başına….

Kayakları, boğazın kenarına kadar getiriyoruz. Tur liderimiz Mehmet…Lider olmanın vermiş olduğunu sorumlulukla herşeyimizi kontrol ediyor ve benim küreğimin palalarının birinin diğerinden farklı olduğunu görüp, bana kendi küreğini veriyor. Ben hayatta farkedemezdim, farkedemedim zaten. Deniz’e seslenerek, sen Sedat’ı boğaza indir ben küreği değiştirip geliyorum diyor. İşte o anda olan oluyor. Deniz’in bana husumeti ve çekememezliği Mehmet gittikten hemen sonra ortaya çıkıyor. Deniz beni tam boğaza indirirken uyarıyorum kendisini. Deniz dikkat et, sanki devrilecem gibi…O da; devrilemezsin abi diyor. Ama sonrasında kendimi kayağın içinde başaşağı suyun içinde buluyorum. Tam Deniz’e olan tüm sevgilerimi kafamdan geçirirken, artık eğitimde öğrendiklerimi uygulamam gerek diye düşünüyorum. Nefesim azalıyor…Eteğin şu kancasını bulmam lazım. Buluyorum ve eteği kendime doğru çekerek, kayağın kabininden çıkıyorum. Yeni can yeleği sayesinde kolayca su üstüne çıkıyorum. O an aklıma ilk önce ellerimi suyun üstüne çıkarıp, kayağa vurarak yardım istemediğim aklıma geliyor ama Deniz zaten yardım etmeyeceğini düşünerek, boşver diyorum kendi kendime…Su üstüne çıkınca Deniz’in o asap bozucu kahkahalarını duyuyorum. Ne oldu Sedat? diyor bana gülerek…

Şu BODEKA’da beraber tur yaptığım herkes bilir. Deniz ve Alper beni her zaman suya düşürmekle tehdit etmişlerdir. En sonunda –her ne kadar kendisi inkar etse de- Deniz bu hain emellerini gerçekleştirdi maalesef. Ama tabi Allah’ın sopası yok, gün bitmeden neler olacak öğreneceksiniz yazının sonunda?
Tur liderimiz Mehmet geliyor, tabi herşeyden habersiz. Ben Deniz’i suçluyorum, Deniz kayağa dokunmadım bile diyor. Mehmet her ikimizi de sakinleştirip, Mobil’e doğru yola koyuluyoruz. Hava mükemmel…Beykoz Koyunu kolaylıkla geçiyoruz. Yolda Mehmet, Mobil’de bir su molası verip devam edelim mi diye soruyor. Hava ve su o kadar güzel ki (az önce bilfiil test ettim zaten) hepimiz devam edelim diyoruz.

Bu arada kürek çekişlerimi geliştirmeye çalışıyorum. Benim için doğru kürek çekmenin en önemli göstergesi, kol kaslarımın ağrıyıp ağrımaması..Şayet kol kaslarınız ağrıyorsa, bir yerlerde yanlış yapıyorsunuz demektir. Eğer bir süre sonra kol değil de sırt kaslarınız sızlıyorsa, doğru kürek çekiyorsunuz demektir. Benim şimdilik kollarım ağrımıyor ve bu cidden iyiye alamet. Daha uzun yol yapabilirim.

Eski Sümerbank fabrikası, tarihi köşk ve yalılar derken Umur Yeri denen koya geliyoruz. Askeriye ve sahil güvenliğin koyu. Buradan hiç beklemeden geçmemiz gerekiyor. Bu nedenle bu koy her zaman bana stresli ve uzun gelir. Hemen yanımda Mehmet seyrediyor. O da Umur Yeri’nin en sevdiği koylardan biri olduğunu söylüyor. Neden? diyorum…Neresi güzel? Mantıklı bir yanıt veriyor aslında…Yapılaşmanın kirletmediği, yeşil ve mavinin buluştuğu bir koy diyor. Onun gözüyle bakınca doğru söylediğini düşünüyorum. Esasında cidden güzel bir koymuş…

Umur Yeri’nden sonra askeri sosyal tesisler önünde bir su molası daha veriyoruz. Ne yapalım diyoruz? Mehmet, hiç gemi geçmiyor bir süredir. Gelin hemen boğazın karşı kıyısına geçelim diyor. Deniz biraz isteksiz, ben de geri dönüşte gemi geçişi başlayınca ne yapacağız diye düşünüyorum ve biraz da tırsıyorum aslında…Ama Deniz ile aynı tarafta da olmak istemiyorum. Neyse ki Anadolu Kavağı diyor tur liderimiz.

Anadolu Kavağı koyuna gelmeden önce boğazın daraldığı korkutucu Acar Burnu’na yaklaşıyoruz. Burada akıntı tam bir baş belası halini alıyor. Hele hele karşıdan sert rüzgar da eserse, burayı geçmek tam bir eziyete dönüşüyor. Geçen sefer burada beni geçirmek için Erol iple çekmeye çalışmıştı, ama yine de başaramamıştı. Beş dakikalık mesafeyi bir saatte alamamıştık. Bakalım şimdi nasıl olacak? Mehmet sen önden git Sedat diyor…Arkamdam Deniz ve sonra kendisi gelecek…Acar burnunda akıntının en hafifilediği kıyıya oldukça yakın bir rota belirleyerek asılıyorum küreklere. Karşıdan rüzgarın hafif oluşunun da etkisiyle, akıntısı sert Acar Burnu’nu başarı ile geçiyoruz. Açıkçası geçen seferki problemli geçişten sonra, tamam ben bu işi kıvırdım artık diye güven geliyor kendi kendime…

Mehmet ve Deniz de mutlu…Hoş Deniz kalsaydı yolda pek de üzülmezdim ama…Tekrar yaklaşıp konuşuyoruz. Kendimize güven gelmiş…Hadi Keçilik Koyuna gidelim diyoruz. Sonra dönüşte Anadolu Kavağı’na gideriz ve yemek molası veririz diye kararlaştırıyoruz. Tekrar asılıyoruz küreklere…vücudumdaki ağrı ve sızıları kontrol ediyorum. Kollarımda herhangi bir ağrı sızı yok. Biraz sırt kaslarım sızlıyor ama önemli değil. Demek hala doğru kürek çekiyoruz. Mehmet’in söylemine göre; koldaki kaslar sırta göre daha kısa olduğu için o kasları kullanarak kürek çekmek, ağrıyı daha dayanılmaz kıldığından uzun mesafe yapmak imkansızlaşıyormuş. O yüzden daha uzun olan sırt kasların yardımıyla kürek çekmek gerekiyormuş.

Anadolu Kavağı’nı geçiyoruz ve sonrasında görkemli bir yalı karşılıyor bizi…Bu yalının önünde yer alan toplardan askeri bir tesis olduğunu tahmin ediyoruz. Sonrasında ise yeşil alanlar ve kimsenin olmadığı ve karadan ulaşılması mümkün olmayan küçük sahiller bizi karşılıyor. O anda sanki İstanbul’da değil de, güney veya Ege sahillerinde seyir halinde ilerlediğinizi zannediyorsunuz kendinizi. Gördüğünüz yerlerin bildiğimiz İstanbul’la hiçbir alakası yok çünkü…Sahilleri tamamen martı ve balıkçıl kuşları kaplamış durumda…Birden birşeyden ürkerek sürü halinde martılar bir sahilden havanıp, yeşil ormanın kenarından denize doğru uçuyorlar ve o zaman da National Geographic kanalında bir belgesel izliyorum hissine kapılıyorum. Hava güzel, su güzel, manzara bir harika, cidden muazzam güzel bir gün yaşıyoruz. Keçilik’de ilerde küçük ama derin bir koy görüyoruz ve son ulaşılacak nokta olarak orayı belirliyoruz. Kısa bir kürek çekişten sonra, hedefimize ulaşıyoruz. Sahile vardığımızda, kayakları güvenli bir yere çekip, şöyle bir etrafa hepimiz sessizce bakıyoruz. Anlaşılan o ki, manzaradan tek etkilenen ben değilim…

Ben sabah kahvaltısı yapmış olmama rağmen, Deniz ve Mehmet henüz birşey yememişlerdi. Saat ise öğle vaktini geçmişti. Yanlarında yalnızca kurumuş kaysıları vardı. Açlıktan ölmelerine rağmen, Keçilik Koyunda bir iki saat geçirme kararı aldık. Buna herkes değeceğini düşünüyordu…Bu arada zaten az olan kaysıların çoğunu tek kahvaltı yapan kişi olan ben farketmeden yiyorum. Mehmet’e karşı vicdanım rahatsızdı ama nedense Deniz’e karşı hiçbir yerim sızlamıyorduJ

Burada verdiğimiz uzun mola boyunca yüzdük, güneşlendik ve sahil boyunca romantik yürüyüşler gerçekleştirdikJ Göz zevkimizi bozan tek şey ise maalesef üçüncü köprü yapımında kullanılan ilerdeki dev vinçler oldu. Mümkün olduğunca o tarafa bakmamaya özen gösterdik…:(

İstemeye istemeye bu bakir Keçilik Koyundan saat 13.00 sularında ayrıldık maalesef. Hem artık etkisini iyice artırmaya başlayan açlığımız, hem de hava durumuna göre öğleden sonra havanın bozma ihtimali, buradan ayrılmamızı sağladı. Aksi takdirde, burada kamp nasıl yapılır konuşmaları başlamıştı. Anadolu Kavağı’na vardığımızda BODEKA’lılara özel indirimi bile olan her zamanki balık lokantamıza kapağı attık. Bu lokantaya her geldiğimde bana komik gelen şey, buraya çoğu zaman yarı çıplak ve yalınayak olarak masalar oturmamız geliyor. BODEKA’lı olmadan önce buralara geldiğimde, üzerime başıma çeki düzen vermeye çalışırdım. Şimdi böyle bu lokantada daha makbul bir adamım..komik…

Malumunuz, yine çok yedik…Kalamar ızgara, taze çingene palamut ve hamsi..Bol yeşil salata, midye dolma ve kızarmış patates, sipariş verdiklerimizden hatırladıklarım. Mehmet bu menüde yalnızca kızarmış patatese, protein içermemesi ve kan şekerini dengesizleştirmesi nedeniyle itiraz etti. Böyle turlarda karbonhidrattan ziyade proteine ihtiyaç duyarmışız ve menüyü bunu dikkate alarak oluşturmalıymışız ve ekmek ve patates yememeliymişiz falan filan…Haklı ama artık siparişi vermiştim ne yapayım…

Biraz uzun bir başka mola oldu. Erol da gelmiş ve bizi Paşabahçe’de bekliyordu. Yeniden yola koyulduk…Acar Burnu’ndaki o korkutucu akıntı artık lehimize çalışıyordu. Orayı geçmemiz beş dakika bile sürmedi. Dönüşte çok hızlı ilerliyorduk. Dalgalar arkamızdan geldiği için dalgaları da kullanarak daha hızlı yol almanın pratiklerini yaparak kürek çektik. Dalgaları düzgün kullanırsak, cidden işler daha kolaylaşıyordu. Ayrıca, Mehmet sayesinde her kürek hareketi arasında bir saniyelik dinlenme yönteminin vücudun ne kadar dayanıklılığını arttırabildiğini kavradım. Bunları yüzde yüz başarı ile yapamasam da, dönüş yolumu çok kolaylaştırdığını söyleyebilirim.

Beykoz Koyuna girdiğimizde hala dalgalar üzerinde gitmeye çalışıyorduk. Artık yorulmuştuk ve benim sırtım sızlamaktan ağrı boyutuna yavaş yavaş geçiyordu. Beykoz’un büyük bir koy olmasından mı, yoksa bir an önce kayıkhaneye varmak istememizden mi bilinmez, koy bir türlü bitmiyordu. Neyse ki, bir süre sonra Paşabahçe barınağına vardık. İlk önce Mehmet başarı ile karaya çıktı, hemen akabinde ben de benim bile şaşırdığım çeviklikle iskeleye çıktım ve Deniz’i izlemeye başladık. Deniz bir türlü kayağın içerisinden başarılı bir şekilde çıkamıyordu. Öyle yaptı olmadı, böyle yaptı olmadı. Sonra son hamlesini yaparken, hoooop….kayakla beraber suyun içine gömüldü. Kayak ters devrildi, kendisi yarı dışarda olduğu için nizami çıkış bile yapamadı. Mehmet kendini gülmemek için zor tutarken, ben ise umarsızca kahkaha atıp iskelede keyiften dans ediyordum…Dedim ya, Allah’ın sopası yok….:))))